alphabravocharlie

IMG_20180407_105859_935.jpg

Havacılık sektöründe işe başladığınızda öncelikli olarak öğrendiğiniz şey DCS sistemi değil, sabır. DCS sistemi ikinci sırada geliyor, o da sabır kadar önemli. Yaptığınız herhangi bir yanlış bir yolcunun seyahatini cehenneme çevirebiliyor, tabi siz bunu isterseniz o ayrı!

Sabır gerçekten önemli çünkü günde en az 500 yolcunun işlemini yapıyorsunuz. Her tipten, her moddan insana denk geliyorsunuz ve siz her yolcuya sakin ve güler yüzlü modunuzla karşılık vermeniz lazım. Ben bunu yapıyor muyum? Yani, çoğunlukla. Şimdi, aşağıda sıralayacağım yolcu türlerine bir göz atalım:

  • (Kimliğini uzatır uzatmaz) “Önden cam kenarı rica edebilir miyim?” (Yolcunun daha nereye seyahat ettiğini bilmiyorum.)
  • Birden fazla uçuş açıktır ve siz yolculuğunun neresi olduğunu sorduğunuzda her an “E Türkiye?!” cevabını alabilirsiniz. “Eve?!” cevabını nadiren duyarsınız.
  • Kabin bagajına, kendi güvenliği açısından, üstünde maksimum 8 kilo ağırlık olması gerektiği yazılı etiketi takmaya hazırlanırken bagajın 15 kilo çıkması sizi sevindirmeyecektir.
  • Uçağa piknik tüpünün alınamayacağını yolcuya yaklaşık 1.5 saat anlatmaya çalışırsınız, ama o ısrarla onu evine götürmek isteyecektir. O sırada uçuşun check-in’i kapanır, sonra yolcu size biletini hatırlatır.
  • Business Class yolcusuna maksimum efor sarfetmeniz gerekecektir. Yaklaşık iki dakika sonra “Daha ne kadar sürer işleminiz?” diye sorular yöneltilebilir, sabredin. Derin bir nefes alın ve gülümsemeye devam edin. Yavaş olduğunuza dair hakaretler, “Bitir şu işlemi yoksa umurumda değilsin” tarzında hareketlerle karşılaşabilirsiniz, aldırmayın. Bilin ki onun sizden bir farkı yoktur.
  • Uçağı satın aldığını düşünen yolcular önünüze geldiğinde sakin kalın, şayet herhangi hoş olmayan bir hareketiniz sizin aleyhinize olacaktır.

Yolcu Hizmetleri memurunun işi çok zor. Memur yer hizmetleri şirketi adına çalışır, yer hizmeti veren şirketse havayolu adına hizmet verir. Fakat yolcu sizi havayolu şirketinin personeli sandığında işler tersine döner. Yer Hizmetleri bagaj fazlası kiloların ücretini almak zorundadır, çünkü havayoluyla anlaşmasında bu, kesin emirdir. Sizden aldığımız bagaj fazlası ücretlerini, çok isterdik ama cebimize atamıyoruz. Aksine sizden almadığımız ücreti biz ödemek durumunda kalabiliyoruz. (Ödedim, oradan biliyorum.)

Rötar olduğunda “Sıkıysa bu söylediklerini kaptana da söylesene?” diye içimizden mırıldandığımız, yolcunun bir an önce eve gitmek için sarfettiği sözler duyulabilir. Açıklıyorum, yolcuların uçağa geçmelerine dair kaptandan talimat alana kadar siz beklemek zorundasınız, yolcu da. Kimse yolcuyu ayakta bekleyin diye zorlamıyor. Bunu herkes biliyor artık, değil mi? Uçağa ne zaman binmeniz gerektiğine biz değil kaptan karar verdiği için, söz konusu tartışmalar, atışmalar, üzerinize yürümeler gerçekleşebiliyor. Yalnız şöyle bir şey var; uçağı biz değil, kaptan kullanıyor.

Yalnız bazı yolcular var ki, onu göklerde değil de evrende uçurmak istersiniz. Ne işinize karışır ne sizi yorar ne de verdiğiniz talimatları sorgular. Bu tür yolculara ekonomi sınıfında da business class’ta da rastlayabilirsiniz.

Geçen günlerde bir kadın bir erkek yolcu geldi, acil çıkışta oturmak istedi.

Yolcu: “Acil çıkışta oturmak istiyoruz, varsa a

yarlar mısınız?”

Ben: “Tabi, bakalım koltuk durumuna.”

Yolcu: (Yanındaki kadına yaklaşarak) “Sana bir sürprizim var orada”

Ben: “Evlenme teklifi mi edeceksiniz diye sorarsam bozmuş olur muyum heheh?”

Kadın Yolcu: “Yok onu yaptı allahtan, ikincisini yapmadı ama hihihi”

Ben: “Öyle demeyin, daha ilk teklifi ala

mayanlar var.”

Rezil mi oldum, esprimi anladılar mı, acıdılar mı anlamadım ama güldüler. Sırıtmalarından iyidir.

Dediğim gibi, yolcudan yolcuya fark var. Business yolcusunun hakaretlerine maruz kalırken, aynı sırada bir başka business yolcusunun hakaret edene laf soktuğunu da görebilirsiniz. Öpesiniz gelir.

Yer hizmeti veren şirketler birden fazla havayolu şirketiyle anlaşmalıdır. Yani gün içinde birden fazla DSC sistemine oturabilirsiniz. Size önerim, bir sistemden başka bir sisteme otururken dikkatinizi toplayın ve hangi sistemde işlem yaptığınızın farkında olun. Bazı havayolu şirketleri bagaj ağırlığı fazlasını o kadar dert etmezken, bir diğeri ise bu konuda aşırı dikkatli ve kuralcı olabiliyor. Demek istediğim şu ki; dikkatli olursanız yolcunun bagaj fazlasını siz ödemek zorunda kalmazsınız.

Yer hizmetleri her uçağın belli başlı evrağını gümrük, muhaceret, sivil havacılık ve varsa alan işletmesine damgalatır, imzalatır ve uçuş iznini sivil havacılıktan uçağa götürmek zorundadır. Bu işlemi ground time dediğimiz zaman dilimi içinde (genelde 20 dakika ya da yarım saattir) yapmak zorundasınız. Aştığı taktirde havayolu şirketi her dakikasını alan işletmesine ödeme yapmak zorunda kalır, bunun hesabını da sizden söke söke alır. Eğer sorun sizden kaynaklanıyorsa gecikme raporu yazılır, gerekiyorsa yer hizmeti şirketi gecikmeyi kendi cebinden öder. Kısacası zamanla yarışıyorsunuz. Hele ki havayolu şirketinden kaynaklanan saat aşırı rötarlar varsa (saat aşırıysa sorun ya tekniktir ya da bir önceki uçağın gecikmesindendir) deymeyin keyfine. Yolcuya ikram yaparsınız, karnını doyuran yolcu enerjisini aldığından yine yanınızda bitecektir. Tekrar söylüyorum, sabredin. Eninde sonunda gün ağaracak.

Onca sorun, tartışma, gerilime rağmen en güzeli de nedir biliyor musunuz? Gecenin sessizliğindeki ve tam da gün ağarırken kalkışa hazırlanan uçağın görüntüsü. Bunu izlemek benim için paha biçilemez. Bir uçak aşığı olarak uçakların kalbimdeki yeri o kadar ayrı ki, hiçbir insanoğlu o kadar yer işgal edemiyor.

Check-in’lerinizden öpüyorum.

“Cabin crew, take-off position. Have a safe flight.”

Ekleme: Bizler yolcu hizmetleri memuru olarak yolcularımızla mutlu ayrılmak için elimizden geleni yapıyoruz. 13 saatlik çalışma şartlarının ardından elimizden geldiğince o güzel veya belki de yorgun yüzlerinize gülücükler kondurmaya çalışıyoruz. Aynı zamanda kendimizi sizin yerinize de koyuyoruz. Olası rötarlara biz de kızıyor, zor durumlarda kalabiliyoruz, bozuk bir jet motorla uçmayı ben istemem açıkçası. Bu yüzden aşağılanmayı, hakareti, küçük görülmeyi hak etmediğimizi bilin istiyoruz. Bizler sadece görevimizi yapmakla birlikte anlayış da bekliyoruz. Yer hizmeti memuru havayolu şirketinin kurallarına göre hareket etmeye çalıştığından, bu yazıyı okuyan siz yolcularımızdan ricamızdır ki, yer hizmeti memuruyla havayolu şirketi çalışanı karıştırılmasın. Hiçbirimizin farklı olduğu bir durum yok, birbirimizden asla ve asla üstün değiliz, sadece çalıştığımız alanlar farklı o kadar. Sevgi ve saygıyla, iyi uçuşlar.

IMG_20180619_174544_778.jpg

kısmetbank

31 Aralık 2017

Daha önce de söylemiştim bunu kendime, ben daha çok beklerim diye. Bu şehirde geçirdiğim 10 seneyi aşkın süre zarfında artık kimin güvenilir / inanılır olduğunu kestiremiyorum. Bu da tabi ki beni pişmemiş patates yapıyor. Ne yani, geceleri uyuyabilmek için ballı sıcak süt mü içmek zorundayım her dönemimde? Kendimden çok beyin hücrelerimi mi düşüneceğim her seferinde, yeter artık uyu diye? Özür dilerim Sokrates ama ben bu tür yaşantıyı kendime yediremiyorum.

Bazı konularda aceleci olduğum doğrudur, ama bu hiçbir zaman bir insan evladının hayatını altüst etmek ya da düzenini değiştirmek amacıyla yaşamadım ben. Benim bazı küçük isteklerim var; azıcık sevgi, birkaç cümle. Ama ödün vermekten bıkmak üzere olduğumu hissettiğim anda yitip gidiyor isteklerim. Çekip gidesim geliyor.

Minnettarım bana destek olanlara, hemen hemen her konuda destekten bahsediyorum. Ama istiyorum ki, ne olur bu minnettarlığımı batırmayın.

Bavulum orada. Beni bekliyor. Ya içini doldurup gideceğim ya da ben bana yapılan bu tür davranışlara bir son vereceğim.

Ben daha çok beklerim huzuru Sokrates, bu yol bunu gösteriyor.

15 Ocak 2018

Söylemiş miydim sana bilmiyorum Sokrates ama her şarkının bana bir anımı çağrıştırmasından nefret ediyorum. Hayır bu bir başkaldırı değildir, devrime henüz var. Bu bir tükenmişliğin yazısıdır.

2013 yılı bana güvenmemeyi öğretti, sağ olsun. Gereğinden fazla ağlamamayı aşıladı bana. Odun olduğum da söylendi hatta, çok net bir şekilde hatırlıyorum şu cümleyi:

Yahu kadın, sen hiç romantik olmaz mısın? Sevmez misin bir insan evladını?

Sevdim tabi Sokrates, sevmekten kim usanır ki? Sevmiyorum ama hamam böceklerini, bencilliği, ukalalığı, yalnızlığı. Her şeyimi ardıma bırakıp harekete geçmeyi seviyorum, ama annemin gözyaşları hoşuma gitmiyor. Hayatım hiçbir zaman tütün sarmak kadar kolay olmadı, kimseyi hayatıma böylesi rahatlıkla kabul edemedim. Yaşadığım hiçbir anım, şu anda yukarıdaki komşunun bebeğe bağırması kadar kolay çıkmadı aklımdan. İnsanlar bir şeyler anlatıyor bana, bunları tutamıyorum aklımda sadece. Onları anlatan, ilgilendiren şeyleri dinlemeyi daha çok seviyorum. İnsanların benimle dertleşmesini istiyorum, dinlemeyi sarılmak kadar çok seviyorum.

Özgürlük doğru kelime değil ama ilk akla geleni. Yalnız, özgürlüğün her noktasını savunanlardan olmadım hiç. Sorumluluk çerçevesinde özgür olmak en güzel olanı bence.

İstanbul artık eskisi gibi güzel değil, gariplikleri saymakla bitmiyor. Ben mi İstanbul’u kaybettim, bilmiyorum. Ama o benden daha büyükmüş, kabullenmek zorundayım. Hatalarımın üzerine kurallar saymak basit, kağıda döküverirsin olur biter. Ama insan kalbiyle hareket edince hem köreliyor, hem “aptal aşık” makamına konuluyor, hem de yaşanmış onca güzel anları unutmaya hevesleniyor (ki bu en acı vereni). Darbeyi ben bir kere yedim Sokrates, yatağımın baş ucunda bir kere ağladım. Bir tane daha yedim, baş edene kadar canım çıktı. Bunu hazmedebilmem de zaman aldı.

Bu seferki darbe değildi, İtilaf devletlerinin İttifak üyeleriyle müzakereye varmasıydı. Kılıç kullanmadan kan dökülen bir uğraştı işte, ders çıkarılması gerek mi, onu sen daha iyi bilirsin.

15 Ocak 2018 / 2

25 dakikalık gecikme, onunla aynı şehirde olmama ne kadar iyi gelse de, bir o kadar da kötü geliyor. Birazdan İstanbul için iftar vakti. Hissizleşiyorum iftar yaklaştıkça. Havaalanındayım, insanlarla beraberim, şaha kalkmayı bekliyorum. Üzülmeliyim şu an, niye ruh gibi bakıyorum, ne yapıyorum ben?

İstanbul için yazımı sonlandırıyorum Sokrates, içimden geçen şu cümleyle:

Firuzelerin ağzına tüküreyim ben. Bir türlü yar etmediler nezihileri bize.

birkitapvebirküçükdefter

Sevgili Sokrates,

Seni mutlu edecek haberlerle geldim. Ayrıca anlatacaklarıma aşina olduğundan da eminim.

Annemin evine taşındığımdan beri üç ay geçti ve ben bu son iki ayımı odama kapanarak yaşıyorum. Halimden mutluyum, yalnız kalınca daha iyi hisseder oldum son zamanlarda. Zaten aşka olan inancımı da yitirdiğim için, kalbimdeki ipleri hepten kopardım. 3 sene önceydi benim hislerim, bir daha da bulamadım nitekim.

Dün fark ettim, yaklaşık dört ya da beş arkadaşım sanki birleşmiş, karar almış, “evleniyoruz lan hüüaaaağğğ!” diye eyleme geçmişler. Hayır, benim için sorun yok da annem “kızım sen evde kaldın” demesi beni düşündürmüyor değil açıkçası. Yeni bir işe başladım, ona da iş denirse işte. Patronlar çıldırmış, makinalar laylaylom çalışıyor, işçiler para alamadıkları için şişelerle kavga ediyor, bense fabrikanın gelir-giderlerini inceleyip, arada bir karton kutulara 12 adet 1 LT’lik limon sosu koyuyorum. Ama benim en önemli görevim kahve yapmak. Günde yaklaşık 3-4 kez kahve yapıyorum ben. Pantroncuğuma (Nam-ı Değer Gundiciğim), Özkan Amca’ya kahve yaparak çalışıyorum ben. Görev görevdir. He şirkette rahat mıyım, ay evet. Her istediğim oluyor mu, ay evet. Elim sıcak sudan soğuk suya giriyor mu? Yani… Soğuk suya değil de limon sosuna giriyor diyebiliriz. Hala toparlayamadım tırnaklarımı. Ama sana şimdi anlatacaklarım gerçekten kafamda hangi rüzgarların döndüğünü bir bir anımsatacak.

Sokratesim, 2 ay önce bir kitaba çalışmaya başladım, kitap demeyelim de ansiklopedi daha doğru kelime olur. Kendisi aşağıdaki gibidir:

0000000268885-1

   Yukarıda gördüğün kitap, tam bir şaheser. Adam için mason olduğu söyleniyor ama tam araştırmadım, hakkında pek bir şey söyleyemeceğim. Ama tam bir Ezoterizm delisi diyebilirim. Bu ansiklopedide gerçekten yok yok. Son okumalarımda şunlara çalıştım:

  • Tot, Üç-Kez-Yüce Hermes’in Hayatı ve Öğretisi
  • İnsan Bedeninin Sembolizmi
  • Kadim Dünyanın Harikaları (Sonsuza kadar yanan kandiller, Delphoi Tapınağı)

Detaylı bilgi vermek isterdim ama ‘İnsan Bedeni Sembolizmi’ başlığına dahil olmak istemiyorum gerçekten. Hani bu da can yani.

İkinci çalıştığım konu ise tamamiyle Yunan Mitolojisi’ne ait. O harika cümleler şu kitapta geçiyor:

0000000162959-1

   En başından başladım, yani Kaos’tan. Kaos vardı ilk önce, sonra Eros’un oklarıyla düzen oluştu. Sonra Titanlar Tanrılar’ı yarattı, aralarında koltuk savaşı oldu. Kazanan? ZEUS. Olympos tanrılarının yaşamları anlatılmaya başlandı ki, dedim buna da bir ara vereyim. Sonra kendimi felsefeye verdim, şu kitaba başladım:

yunan-felsefe-tarihi-198749c755b85376e258120b1576661bc (Kitabın küçük formatlı görseli için kusuruma bakma şekerim.)

   Şu an bunu çalışıyorum. Bunda da en başından başladım. Felsefenin doğuş sebeplerinden girdi abimiz, olayı Miletos’a kadar getirdi. Sen daha doğmadan önceki bilge abilerimizi anlatıyor Sokratesciğim. Zira benden çok daha iyi biliyorsun öncellerini.

   Tamam sustum.

   Guthrie abimiz diyor ki;

Bu zihinsel devrimin ilk savunucuları olan Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes, Küçük Asya’nın batı kıyılarındaki Ionia’da bulunan ve İÖ 6. yüzyılın başından itibaren bir Yunan kenti olan Miletos’un yurttaşlarıydılar.

   Miletos bir güzel anlatıldıktan ve sayfalarca yazı yazmamdan sonra nihayet Thales’e giriş yapmış bulunmaktayım bugün. Devam edeceğim de. Bu yazıyı okuyan diğer okuyuculara da şöyle bir tavsiyem olacak: Felsefeye dair bir şey bilseniz de bilmeseniz de Guthrie abimizin dili çok ama çok açık ve yalın. Kesinlikle ve şiddetle okumanızı öneririm. Ama şiddetim sadece bu kitap için geçerli olmayacaktır, yukarıda bahsettiğim iki kitapta da (pardon ansiklopedi) görebilirsiniz şiddetimi. Ancak bu kadar şiddet yanlısı olabiliyorum zaten, başka türlüsü yasal değil. Neyse.

   Sokratesciğim… Kafam çok güzel, içine girdim mi felsefenin, böyle mini mini çok tatlı oluyorum inan bana. Seni karşıma alıp dinlemeyi, tartışmayı çok isterdim. Zaten şu aralar çok başka şeyleri tartışıyorum ve bu beyin hücrelerimi istifaya zorluyor.

   Kendi kişisel hayatımdan bahsetmemi istiyorsan, şöyle anlatayım: Bokum gibi. Aile içi olayları burada anlatıp diğer okuyucuları sıkmak istemem ziyadesiyle, bilhassa seninle rüyalarda buluşur, oturur, dertleşiriz. Belki sen bana yol gösterirsin. Ama şu bahsettiğim kitaplar benim kaçış pencerem oldu bir yandan. İçimde hissettiğim duyguları köreltmeyi başaramasam da, en azından aklımı başka şeylere verebilme yeteneğimi seviyorum. Hüsrana uğrayacağımı bilsem de yine açıyorum insanlara duygularımı, beni ben yapan bu çünkü. Bu aralar hiçbir şey, hiç kimse umurumda değil. Anlarımı boş şeylerle değil de, güzel yaşanmışlıklarla doldurmayı seviyorum. Her ne kadar kalbimin kırıntılarıyla uğraşsam da, işte bu kitaplar Sokrates, bana yardım ediyor.

   Kendine iyi bakasın.

nezamandıraraftayım

Mor ve Ötesi’nin şöyle bir sözü vardı, değil mi?

Adalet yok ya, canımı yakar bu sessizlik.

Annemin gözyaşlarıyla aydım bugün güne. Ne olduğunu anlayamadım ilk başta, ayılınca fark ediyor insanoğlu ya. Küçüklüğümden beri anlayamadım annemin neden sinirlerini kontrol edemediğini. Hala anlayamıyorum gerçi. Kendimden örnekler buluyorum onda ya da bende buluyorum onun örneklerini. Benim de kaldıramadığım şeyler çok oldu, oluyor, olacak. Ha nedir, çabuk savuruyorum bir kenara. Bunu öğrenebildim en azından.

Küçüklüğümden beri evdeki huzursuzluğu dinliyorum hep. Ya para sıkıntısı yaratıyor bu huzursuzluğu ya da ilgisizlik. Kendimi anlamaya, hayatı tanımaya başladığımdan beri o huzursuzluğun içinde soluk alıyorum, sanki mutlu olunca nefessiz kalacakmışım gibi.

Yaklaşık üç gündür dinliyorum şu Araf şarkısını. Sözlerinde beni buluyorum gerçekten de. Truman Show’da olsam beni ancak bu kadar anlatabilirlerdi.

Hayatıma resmen delileri, cellatları, şeytanları sokmuşum. Ah benim şu hayır diyemeyişlerim! Ah annemin yıllarca süren gözyaşları… Ona kolye ve küpe yaptım. Görünce yine aktı yaşlar. Eskisi kadar ağlayabilsem belki bu denli ruhsuz olamazdım. Baktım sadece annemin suratına. Acımasızca davranıyorum artık. Bu halimden mutlu oluyorum bazen ama her zaman iyi işlemiyor gidişata karşı.

Hayatım boyunca nefret ettiğim şeylerden biri de yaptığım, ayarladığım şeylerin x kişiler tarafından bozulması. Birinin peşinden koşmayacağım bir daha diye söz vermedim mi ben kendime? Yetmedi mi karşı tarafların verdiği pislik? Ben niye hala beni umursamayan kişileri aklıma koyuyorum ki?

And olsun bana. Bencilliğe karşı acımasızlık meydan olsun!

 

Sokrates…(Hoş geldin.)

Bilgeliğine, birazcık şevkatine, birazcık da sohbetine ne kadar ihtiyacım olduğunu bilemezsin. Anlatmam gereken şeyler var ama bitmiş içimdeki cümlelerim.Hatta bu yazıyı kısa keseceğim. Müziğimde konuşamıyorum sanki. Boşlukta mıyım, yoksa Araf mı en doğru kelime, anlayamıyorum. (Nedir derdin küçük kız?)

Kimsenin umrunda olmamak bazen kırıyor insanın kalbini. Bugün bir tek annem aradı iyi miyim diye, bir de Ankara’da kıl payı yaşayan arkadaşım. Nefret ediyorum hayatımı pamuk ipliğine benzetmekten. Nefret ediyorum ölmemek için yön değiştirmekten. Nefret ediyorum katillerimden. Ama bazen diyorum ki kendime; “İyi ki elini kimselere tutturmuyorsun, yoksa büyüyemezdin.” (Sabret.)

İyi ki ağlamışım bu sabah sevdiklerime bir şey oldu mu diye. Çünkü ben ağlamazsam, ben olamıyorum. İyi ki aramışım onları. İyi ki bir başımayım. Çünkü içimdeki ölmek üzere olan o küçücük sevgiyi kaybetmek istemiyorum. Özlediğim insanları iyi ki seviyorum. (Böyle devam et.)

Kısacası Sokrates, hayatımı seviyorum. Biri elimi tutmadığı süre içerisinde ölmek istemiyorum. Ben sevmek istiyorum. Yoksa büyüyemem. (Yeter ki geçmişi bir kenara bırak, izin ver. İzin ver ki tutsun elinden.)

Peki Sokrates. Öyle olsun.

klasik filoloji mezununun vasiyeti

Başlıktan da anlaşılacağı üzere, evet, Klasik Filoloji bölümünden bu ay mezun oldum. Tam tamına 8 sene sonra! Şimdi diyeceksiniz ki “Biraz daha kalsaydın? Ne kadar da tembelsin!”. Ne yalan söyleyeyim, biraz tembel olduğum söylenebilir. Ama bu üniversite hayatımın neden 8 sene uzadığı sorusuna şöyle cevap verebilirim; ben tek yönlü bir insan hiç olmadım, olamadım. Belki de beceremedim.

Yeri geldi şarkı söyledim, sahneye çıktım. Yeri geldi tiyatro çalıştım, oyunculuk yaptım. Yeri geldi param olmadı, gittim kafe-barlarda çalıştım. Hatırlıyorum, Kadıköy’de bir mekânın mutfağında hem Fettuccini Alfredo yapmaya çalışırken, bir yandan da Yunan Filolojisine Giriş dersimin notlarını okuyordum. İşe yaradı mı? Ehe, tabi ki de hayır!

Size biraz okuduğum bölüm hakkında bilgi vermek istiyorum. Tabi açıp Vikipedi’den öğrenebilirsiniz bu anlatacağım şeyleri, ama bir de benden dinleyin istedim. Ne yaşadığımı, öğrendiğimi, beni bu yazıyı yazmama iten nedenleri görün diye…

Öncelikle Klasik Filoloji nedir sorusuna bakacak olursak, kelime kelime size anlatmam gerek. ‘Klasik’ kelimesi Latincede ‘classicus’ sıfatından ve dişil bir isim olan ‘classis’ kelimelerinden geliyor; sıfat anlamı “birinci sınıfa ait, donanmaya ait” ve isim anlamı “yurttaşların bir bölümü, ordu, donanma”dır. ‘Filoloji’ kelimesi ise Antik Yunancadaki ‘φιλολογία’ (transliterasyonu ile ‘philologia) ve Latincedeki yine ‘philologia’ kelimelerinden geliyor. Eski Yunancada üç bitimli bir sıfat olan ‘φίλος’ (sevgi) ve eril bir isim olan ‘λόγος’ (söz) sözcüklerinin kaynaşmasıyla oluşan bu kelimeye,  “akıl yürütmeyi, usa varmayı sevme, bilgi sevgisi, edebiyat zevki, edebi bir konu üzerinde tartışma”, Latincede ise “edebi uğraş, edebiyat çalışması” gibi anlamlar verilir.

Klasik Filoloji’nin işlediği konu daha çok Antik Yunan ve Latin toplumlarının ekonomi, tarih, siyasi, kültür gibi konularını ele alarak, işin içine bir de Eski Yunanca (bazı yerlerde Eski Hellence diye de geçer) ve Latince dilinin grameri ve bu dillere ait edebiyatı girince, alın size oluyor Klasik Filoloji. Dönemlerinden de bahsedeceksem, milattan öncesinden başlayıp (hani belki aklınıza Homeros gelir) Antik Yunan ve Latin dünyasının yok oluşuna kadarki dönemi kapsadığını söyleyebilirim. Filolojik çalışmalar daha çok Avusturya, Almanya gibi ülkelerde faaliyet gösterse de ülkemizde resmen acı çekerek yaşam savaşı veriyor.

Şu an o kadar şanslısınız ki, şu yazdıklarımla Klasik Filoloji kelimelerinin nereden geldiğini, asıl anlamlarının ne olduğunu, hangi toplumları anlattığını biliyorsunuz. Bence bu bilgilerinizi satın, gösterinizi yapın.

Gelelim bunları size neden anlattığıma. Neden anlatmayayım? Neden bilmeyesiniz? Bilmek istemiyor olamazsınız. Bu şahane bilgileri göz ardı etmeyin, ne olur. Latinceyi, Eski Yunancayı merak edin, araştırın, birilerini bulun size öğretsin, hatta ben bizzat öğretirim. Gerçekten misyon edindim, bu bilgileri akademisyen olamıyorsam, en azından sosyal medyada anlatmam gerek.

Şu 8 sene boyunca o kadar çok çaba gösterdim ki bölümde, isteyerek tercih ettim diyorum size. “Okul bitince ne olacaksın? Müze falan mı?” sorularını artık yanıtlıyorum. HİÇBİR ŞEY OLAMAYACAĞIM.

Hocalarımın gözdesi oldum, çeviri ve gramer derslerinde havalara uçtum, adeta gözlerimdeki atan ikon kalplerle hocalarımı dinledim. Sonuç ne biliyor musunuz? Bilgiler harika iyi güzel de, tutunamıyoruz işte. Bir avukatlık değil ki bu meslek ya da doktorluk… Ben zaten yabancı dillerle ayakta durabilen bir kızım, benim bu nehirle yıkanmam gerek. Akademisyenliği düşünüp düşünmediğimi soracaksınız, ne diyebilirim ki… Düşündüm tabi ki de, ama adımı bilmelerine rağmen bir türlü ‘bu bölüme aşık olduğumu’ anlatamadım o çok değerli öğretmenlerime. Belki de hakikaten anlatamamışımdır, yeterli görmemişlerdir beni. Ama şundan eminim ki, hayatımın olmazsa olmazı müzik kadar seviyorum Klasik Filoloji’yi.

Ben bu ay mezun oldum. Az buçuk da olsa felsefesini, Eski Yunan ve Latin toplumlarının kültürünü, dillerini ve siyasi gelişmelerini biliyorum. Burada anlatmaya başlarsam, diploma tutuştururlar elinize. 4 sene sonra filolog çıkarsınız.

Biraz heyecanlandın mı? Umarım sıkılmamışsındır sevgili okur, çünkü bazı kitap önermeleri yapmam gerek. Şimdi elinize bir kâğıt ve bir kalem alıyorsunuz, aşağıdaki yazacağım listeyi aynen kopyalıyorsunuz. Bunları alın, paranıza kıyın, okuyun. Yetmez ise, daha çok liste yapabilirim size, hem de mutlulukla.

  • Atinalıların Devleti – Aristoteles (İş Bankası Yayınları’ndan bulabilirsiniz)
  • Antikçağ Felsefesi – Çiğdem DÜRÜŞKEN (Alfa Yayınları)
  • Herodotos Tarihi – Herotodos (İş Bankası Yayınları)
  • Yunan Felsefe Tarihi – W. C. Guthrie (Kabalcı Yayınları)
  • Antik Yunan’ın Kültür Tarihi – Egon FRIEDELL (Dost Yayınları)

 

Şimdi gelelim biraz edebiyata. O kadar tatlı, hemen hemen her şeyi gözümüzün önüne getiren, resmen içine çeken birkaç kitap daha önereceğim.

  • Devlet – Platon (İş Bankası Yayınları)
  • İlyada – Homeros (Can Yayınları. Mükemmel insan Azra Erhat çevirisi olması açısından çok ama çok önemli. Ayrıca her ne kadar dilimize ‘İlyada’ olarak yerleşmişse de, özgün adı ‘Ilias’tır.)
  • Metamorphosis (Altın Eşek) – Apuleius (Kabalcı Yayınları)
  • Felsefenin Tesellisi – Boethius (Özellikle Prof. Dr. Çiğdem DÜRÜŞKEN Hocamın çevirisi olması açısından çok değerli ve okuması güzel olan bir kitap. Boethius’un yaşam hikâyesini okursanız, kitabı da o merakla okuyacaksınız.)
  • Anabasis, Onbinlerin Dönüşü – Ksenophon (“Atinalı Ksenophon’un öncülüğünde komutansız kalan Onbinler’in Doğu Anadolu’yu katedip, sonunda ulaştıkları Karadeniz kıyılarında yankılanır hala haykırışları: Thalatta, Thalatta!” der Sevgili Hocam Oğuz Yargılaş. Eski Yunancadan çevirmiştir ve Kabalcı Yayınları’nda bulabilirsiniz.
  • Sokrates’in Savunması – Platon (Alfa ve Kabalcı Yayınları’nda Yrd. Doç. Erman GÖREN hocamın çevirisiyle bulabilirsiniz.)

Sevgili okur. Bunları ne olursun göz ardı etme. Bak senin için Word dosyası açıp, teker teker, bir de italik basıp yazdım, listeledim bunları sana. A ha buraya yazıyorum, okuduğuna değecek ve eminim ki dünyan değişecek. Benim olgunlaşmamı sağlayan bir ailem, bir de bu bölüm vardır. Bana kattığı değeri ne sana anlatabilirim ne de gösterebilirim. Buradan da üstümde emeği geçen bütün hocalarıma da saygılarımı sunuyorum.

Bir de özellikle rica ediyorum. Yunanlı değil,  Yunan.

bupolitikbiryazıdeğildir

Ben, iki kollu, iki bacaklı, iki gözlü, iki kulaklı, içinde bulunduğum dünya üzerindeki en zeki varlık olduğunu düşünen (sanan) insan ırkının bir bireyiyim ve ben şu genç yaşımda üstümde baskı olarak hissettiğim, belki de kaldırmayı henüz erken gördüğüm birçok zor durumlara tabi tutuluyorum. Nedir bu durumlar? Açıklayacağım.

Öncelikle mezun olmaya çalıştığım, içinde bulunduğum okulun hal ve tavırlarından hiç haz etmediğim, fakat verdiğim onca yılın sonunda bir şeyler yaratmaya çabaladığım eğitim sürecindeyim. Üzerinde çalıştığım bölümümden bir hayli memnun ve istekli olsam da ve her ne kadar şevkimi kıran, hoca diye tabir ettiğimiz (bazı, hepsi değil tabi ki) insanlardan sıkıldıysam da olumlu yönlerini düşünmeye çalışıyorum. Nedense o olumlu yönler bir türlü hayatımın gidişatına ‘olumlu’ yönde bir etki veremiyor. Aşk hayatıma şöyle bir bakıyorum; insanlardan o kadar sıkılmışım ki kimseye yanaşamıyorum. İş hayatıma bakıyorum; nereye yön vermem gerektiğine henüz karar verebilmiş değilim. Arkadaş çevreme bakıyorum, hiç kimsenin ne bir şeyle alakası var ne de yaşadığımız baskılar umurunda. Şu şartlar altında mutlu veya huzurlu yaşamaya çalışmak çok zor diyorum kendime, ama kendi psikolojimi ayakta tutmak da sadece benim başarabileceğim bir şey.

Okulda bir hocam var ve kendisini tanıdığım çoğu kimse hiç ama hiç sevmez. Her ne kadar o hocanın aslında mükemmel bir kadın ve bilgi kaynağı olduğunu, kişiliğini hoca-öğrenci ilişkisi arasına koymamaları gerektiğini anlatmaya çalışsam da haklılar diyorum bazen, ama olmuyor, ki bölümden başka bir hoca ile bizzat aynı durumu yaşıyorum. Okyanus gibi bir bilgiye sahip bu adam bir türlü kendisine duyduğum saygı kadar sevgimi de kazanamıyor. Ama benimle o hoca arasında şöyle bir durum var. Bu sorun yaşadığım hocayla hiçbir yakınlığım, bir sohbetim, dert paylaşmışlığım, bir yardım almışlığım yok. Neden diye soracak olursanız, buna kendisi izin dahi vermiyor. Ama okuldaki arkadaş çevremce nefret edilen bu kadın beni evine bile davet etmiş, benimle oturup bir kahve içmiş, derdimi-sıkıntımı dinlemiş ve hiçbir şekilde “siz” demekten vazgeçmemiş bir kadın. Şimdi bu kadını yakından tanıdığım için bunları rahatça söylüyorum ve diyebiliyorum ki arkadaşlarıma, “O kadının kıymetini bilin.” Sorun yaşadığım okyanus bilgili adama o kadar çok saygı duyuyorum ki, içtenlikle odasına her girmeye kalktığımda ya da herhangi bir yerde bir soru sormamda bile beni iteleyebiliyorsa, zorlamamam gerektiğini düşünüyorum.

Bu iki hocama içimde sahip olduğum bütün saygı ve sevgimi sunuyorum. Sahip olduğunuz hazineyle beni siz güzelleştirdiniz. Her şey bir yana, iyi ki bizim hocalarımız oldunuz. İyi ki varsınız, hep olun. Uzun ömürlü yaşayın. Ama geçenlerde vapurda karşılaştığım yaşlı, yorgun, ama dünya tatlısı hocama da uzun ömürler diliyorum. Siz de iyi ki varsınız Hristo hocam.

Asıl sadede gelmek istiyorum. Dünyada olan biten benim biraz değil, fazlasıyla umurumda ve hem beynimi yoran hem de ruhen çöküntüye uğratan üzücü durumlar söz konusu. Size siyasi bir yazı yazmıyorum şu an. Bir insan yaratığı olarak ve sahip olduğum vicdanımın sesiyle yazıyorum bu söyleyeceklerimi. İstersen kapat bu sayfayı, ama birazcık da olsa vicdana sahipsen, dünyaya sırtını dönme. Benim bu yazdıklarım bir vatandaşın şikayeti değil, yaşayan bir canlının sitemidir.

Neler mi oluyor?

  • Suriye’deki söz konusu vahşi savaştan kaçan ve yeni hayatlar kurmaya çalışan milyonlarca mülteci var ve bizi birbirimizden ayıran, bu insanlara yardım etmek ve kucak açmak mı ya da orada kalıp vatanlarını korumak ve savunmak adına savaşmalarını istemek mi doğru diye tartışmak.
  • Üzerinde yaşadığımız topraklardaki ‘hükümet’ diye kalıplaştırdığımız bir topluluğun bizlere yaşattığı bir takım acı tarihçesi ve yaşadığımız onca acıya rağmen nasıl hala onları ayakta tutabiliyor olmamız.
  • Benimle aynı uzuvlara ve organlara sahip insanların aynı uzuvlara ve organlara sahip insanlara yaşattığı ölümcül çıkar ilişkileri ve aslında yasak kelime olan ‘katliamlar’.
  • Bilim ve eğitim barınağı olarak dillendirdiğimiz üniversite adındaki yapı topluluğundaki, para vererek eğitim almaya çalışan öğrencilerin yaka paça, sürüklenerek, darp edilerek, sırf afiş astığı için gözaltına alınarak düşünce özgürlüğünden uzaklaştırma çabalarının var oluşu ve kimi grupları destekleyen, kimi grupları köstekleyen devlet güçlerinin bu bilim barınağında artık fazlasıyla, sözde kendilerine göre ‘haklı sebeplerle’ yer edinmeleri.
  • Ötekileştirdiğimiz ve Kürt diye adlandırdığımız o toplumun gerek sosyal medya, gerek ana akım medya tarafından bizlere düşman ilan edilmesi.
  • Herkesin sahip olduğu mükemmel organ beynin, bazılarınca ihtiyacı kadar geliştirilmesi ve bu bir yere kadar geliştirdiğimiz organın sadece istediğimiz şeylere inanması, görmesi ve istediğimiz şekilde anlaması.

Bu saydığım maddeler uzun yıllardan beri var ve bizzat yaşıyoruz kendilerini. Bir türlü diyemiyor insanoğlu, “Artık yetmez mi?”.

Çok sevdiğim bir ezoterizm ustası yazar var, önceki yazılarımda bahsetmiştim galiba. Adı Manly P. Hall. Bir kitabında dikkatimi çeken cümlesi ise tam da şu anı anlatıyor aslında:

İnsan, insan olmanın ne demek olduğunu araştırmak demektir.

Haksız da değil.

Hatta bugünkü sınavımda şöyle bir cümleyle de karşılaştım:

Qui timens vivet, liber non erit umquam.

(Kim korkarak yaşıyorsa, asla özgür olmayacak.)

Bu son cümle aslında bütün bu yazdıklarımı anlatıyor. Aslında bir Suriyeli korktuğu için oradan kaçmıyor, korkmadığı için ölümü göze alıp başka bir toprakta, başka bir yaşam istiyor. Aslında bir üniversite öğrencisi korkmadığı için afiş asmaya devam ediyor. Aslında artık Kürt için yasaklar birer hiçten ibaret ve korkmadığı için, hiçbir zaman mücadelesini bırakmıyor ve korkmadığı için kovulmak istendiği mahallelerini terk etmiyor.

 

Bizi birbirimize bağlayan aşkımız olmalı, vicdanımız, yüreğimiz, doğamız, komşuluğumuz ya da mektuplarımız.

Tekrar ediyorum, bu politik bir yazı değildir, vicdanımın sitemidir.

Sevgi ve dayanışmayla…